Boşa Geçmiş Bir Hayat

Toplumun en çok kabul gördüğü en çok sevdiği isimlerden biriydi.

Kimin ne müşkülü varsa, bilmediği bir şey ya da istişare edeceği bir konu, hemen onun kapısına kaşarlardı.  Verdiği isabetli kararlar onu daha da saygın biri haline getirmişti. Öyle ki karar meclisi Daru'n Nedve'nin bir numaralı elemanı olmuştu adeta. İlmin babası idi o herkesin gözünde..

Herkes gibi o da dört gözle bekliyordu son peygamberin gelişini. Bilgi sahibi insanların söylediğine göre bütün işaretler belirmiş, beklenen gün kapıya dayanmıştı. Üstelik bütün işaretler onun ailesini ve kabilesini gösteriyordu. Kim olacaktı acaba bu seçilmiş özel insan. Tanıdığı biri miydi acaba? Belki de kendisiydi kimbilir.. neden olmasındı? Bir Peygamber olacaksa ondan âlâ Peygamber mi olurdu? Var mıydı kavminin içinde onun gibi hem bilgili, hem zengin, hem de cömert.. Nitekim dışarıdan gelen yabancıları korur kollar, yedirir içirir, cömertlikte sınır tanımazdı.

O kadar var ki Allah Rasulü'nün özel duasında bile yer almıştı ismi bütün bu özelliklerinden dolayı İslâm geldiğinde..

Kim acaba bu kişi diye aklınıza gelebilir, ne güzel insan da diyebilirsiniz belki..

Ama iş gerçekleşip hakikat çağrısı yankılanınca Mekke vadisinde, ilahi emir bir turnusol kağıdı gibi ayırdı kömür ile elması birbirinden.. o da bu ayrılanların  başında geliyordu maalesef..

Müthiş bir şok yaşadı ilk başta. Nasıl yaşamasın ki.. nasıl olurdu da kendi gibi zengin bilgili bir insan varken bir yetim, bir gariban Peygamber olduğunu ileri sürebiliyordu. Bunu kabul edemezdi. Üstelik daha önce Hatice de teklifini geri çevirmiş, bir yetimi ona tercih etmişti evlilik için. Şimdi Göklerin İlahı Allah da o yetimi seçmişti. Bu çok fazlaydı.

Bu yetim uzaktan akrabasıydı, onu çok iyi tanıyordu. Emin, güvenilir bir insandı. Belki kendisine de sorsalar, bu Peygamber olabilir, diye düşünebilirdi. Hiç bir hatasını görmemişti şimdiye kadar. Ama o aile ile aralarında olan rekabet bunu kabul etmesine engel oluyordu. 

Kaç kez dostlarıyla da dile getirdi bunu şu sözlerle:
"Hâşimiler fakiri yoksulu yedirdi, içirdi, biz de yaptık. Onlar hacılara, kimsesizlere sahip çıktı biz de sahip çıktık. Ama şimdi Peygamberin de kendilerinden olduğunu söylüyorlar. İşte bu, gerçek olsa bile kabul edilemez. Şimdi biz buna karşılık ne yapalım da onlarla aynı seviyeye gelelim."

Kibri, gururu, aile itibarı öylesine gözünü kör etti ki, bildiği halde gözlerini kapatmayı tercih etti hakikate. Yine de o güzel kelâmı dinlemekten alıkoyamıyordu kendini. 

Gece gece Kâbe'ye gidiyor, Hz Rasulün okuduğu ayetlerle kendinden geçiyordu. Aslında bunu yapan sadece o değildi. 
Hatta bir gece baktı ki en yakın arkadaşları Ahnes ve Ebu Süfyan da onun gibi oradaydılar. Bu üç arkadaş gizli gizli Kur'an dinlemeye gelmişlerdi. Birbirlerine söz verdiler tekrar gelmemek için ama üç sefer aynı şeyler tekrarlandı yine gizliden gizliye. En sonunda yemin ettiler kendilerini tutmak ve bir daha buraya gelmemek için.

Artık kibrine gururuna nefret ve kin de eklenmişti. Ne olursa olsun bu yeni dinin yayılmasını önlemeli, engel olmalıydı onlara..

Amr bin Hişam.. Kureyş'in en saygın en sevilen bilge insanı. Ve ne yazık ki artık onun ismi İlmin babası Ebu'l Hakem değil, Cehaletin Babası Ebu Cehil'di. Ve kıyamete kadar da, cahiliye öncesi bütün güzel hasletlerine rağmen, bu isimle anılacaktı.

Rasulün hakkında dua etmiş olduğu özel bir insandı, iki Ömer'den biriydi ama kibri gururu o kadar kararttı ki kalbini, bu şerefe nail etmedi onu Yüce Mevla. Kimbilir belki de bütün o güzel davranışlar gösteriş için, desinler, diye yaptığı şeylerdi. O yüzden de kalpten gelmemişti. Eğer gerçekten kalpten gelmiş olsaydı, bütün o güzellikler kalbine pencere açabilecekti Rahman'ı görebilmek için. Ama olmadı. 

Her yeni gün, her yeni haber, her yeni iman eden, her ilahi kelama koşan onu daha da delirtti. Güçlü olanlara değil, güçsüzlere saldırmaya başladı. Kimler çekmedi ki onun zulmünü. Hz. Habbab, Hz Bilal, Hz Ammar ve ailesi. Hatta bu işi o kadar rutin hale getirdiler ki müminler nefes alamayacak hale geldi. Ve nihayetinde Hz Yasir ve Hz Sümeyye şehit düştü onların zulümleri ile. Meydanda Rahman suresini okudu diye Hz Abdullah b. Mesud'u öldürürcesine dövdü. Çünkü tahammülü yoktu Kur'an ayetlerinin duyulmasına.  Garibandı Hz Abdullah ve onun elinden en çok eziyet çekenlerden biriydi.

Hz Peygamber de onun hışmına uğrayanlardandı. Kaç kez namazına engel olmak istemiş, Kaç kez pislik atmıştı secdede iken, başından aşağı da küçücük kızı minik elleriyle temizlemeye çalışmıştı müşrikler kahkahalarla alay ederken.

Hatta boğmak öldürmek istemişti Hz Rasulu ama bir mucize olmuş sapsarı kesilmiş bir adım kala donup kalmıştı olduğu yerde. Alak suresindeki ayetler de onun bu halleri üzerine nazil olmuştu.

Başka bir gün de Safâ tepesinde bulunduğu sırada Hz. Peygamber hakkında kötü söz söylemiş, bunu duyan Hamza, Kâbe civarında oturmakta olan Ebû Cehil’in yanına giderek onu başından yaralamıştı.

Kendi yanaşmadığı gibi inanmaya, inanan her insan daha da delirtiyordu onu gitgide. Ayetleri dinleyip hayran kalan ve kaç gün kendine gelemeyen Velid b Muğire'ye ayar verme görevini de o üstlendi bu yüzden.

İşini çok iyi biliyordu gerçekten de. "Amca", dedi. "İnsanlar senin hakkında ileri geri konuşuyor, güya sen çok fakir kalmışsın, durumun çok kötüymüş, Muhammed (sas) sana para, mevki teklif etmiş, hatta onun dinine girecek mişsin? Bu kadar mı düştün gerçekten?"

Bunları duyan Velid beyninden vurulmuşa döndü, bir sürü oğlu ve serveti vardı, insanlar nasıl böyle konuşabiliyordu.  "O zaman haysiyetini, şerefini kurtar" dedi ona Ebu Cehil. "Ne diyeyim ki, gerçekten okudukları çok farklı " deyince Velid, "Bu durumda ben de, senin onun büyüsü altında kaldığını söylerim " diye cevap verdi. Bunun üzerine Velid herkesi topladı. Ölçtü, biçti kendince ve şu açıklamayı yaptı özetle: "Onun okudukları şiire de yazıya da benzemiyor, çok farklı bir hali var. Olsa olsa bir sihir olabilir, insanları birbirinden ayıran."
Ne kadar talihsizce açıklamalardı bunlar. Ebu Cehil istediğini elde etmişti mahalle baskısıyla. Ama gökler ötesinden gelen ikaz çok ağırdı Velid için:

"Tek olarak yarattığım şahsı bana bırak! Geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim; Kendisi için nimetleri serdikçe serdiğim kişiyi! Hâlâ da arttırma mı umuyor. Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti.  Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti! Sonra yine kahrolası ne biçim ölçtü biçti! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda sırtını dönüp gitti, gururuna mağlup oldu. "Bu, dedi, olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir. Bu, bildiğiniz insan sözünden başka bir şey değildir." Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen bilir misin sekar nedir?Bitirir de bırakmaz;  İnsanları kavurur. Orada on dokuz görevli vardır." (Muddessir 11-30)

Bütün bu ikazlar çok da bir şey ifade etmiyordu kalbi katılaşmışlar için. Günde kaç kez kapısına gelen Rasul de yumuşatmaya yetmedi o kalbi. Hidayet de kalpler de Allah'ın elindeydi sonuçta ve O'nun da bir planı vardı elbette.

Amcası vefat eden Peygamber, onların gözünde kolay bir yem haline gelmişti. İşkenceleri daha da arttırdılar ve ondan kurtulma planları yapmaya başladılar. En sonunda bir sinsi bir suikast planı sundu Ebu Cehil o karanlık toplantıda. Bu öyle bir plandı ki, Necid'li bir ihtiyar suretinde içlerine karışan İblis "benim bile aklıma gelmezdi" diyerek alkışladı onu.
Bilemezlerdi tabii yaptıkları planın alt üst olacağını.

Aradan zaman geçti. Allah Rasûlü Medine'ye hicret etti. Ama bu, kinleri nefretleri daha da biledi. Geride kalan neleri varsa muhacirlerin, el koydular, bir de satmaya kalktılar kervana yükleyip. Yüce Allah müsaade vermedi buna ve kaderin cilvesi iki taraf Bedir kuyularında karşı karşıya geldiler. Artık geriye dönüş yoktu. Ok yaydan çıkmıştı artık. Bir tarafta bin kadar müşrik, diğer tarafta üç yüz kadar mü'min gönül.

Bedir sahasını gezdi Allah Rasulü savaştan önce.. zulmün arttığı zamanda müşriklerin önde gelenlerinden Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef (veya Übey b. Halef), Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa ve Ukbe b. Ebû Muayt'ın içinde bulunduğu yedi kişi hakkında beddua etmişti. Tek tek ölecekleri yerlere işaret etti işte o anda. Yolun sonu gelmişti onlar içn artık.

Hadisin râvisi İbn Mes'ûd'un bildirdiğine göre, gerçekten de bu kişilerin hepsi Bedir Savaşı sırasında öldürülmüş, böylece Peygamber'in bedduası yerini bulmuştu. (bk. Müsned, I, 393, 397). Hem de tam olarak işaret edildikleri yerde.

Bir zamanlar hidayeti için dua edilen Amr yani Ebu Cehil, bu defa Allah Rasulü'nün bedduasına maruz kalmıştı yapıp ettiklerinden ötürü.

Müşriklerin muharebe ihtiyaçlarının büyük bir kısmını bizzat kendisinin karşıladığı Bedir Savaşı’nda, Ensardan Afrâ’nın oğulları Muâz ve Muavviz adlı iki delikanlı tarafından yaralandı. Başının ise, o çok eziyet ettiği sahabe Abdullah b. Mes‘ûd tarafından kesildiği rivayet edilmektedir.

Kendince çok asil ve şerefli bir hayat sürdüğünü düşünen ve bir zamanlar İlmin babası iken kibri ve gururu ile Ebû Cehil'e dönüşen Amr b. Hişam, katledilen diğer müşriklerle beraber Bedir’deki kör kuyulardan birine atıldı.

Hz.Peygamber (s.a.s), Bedirden ayrılacağı gece, müşrik ölülerinin atıldığı kuyuya doğru yürüdü. Sahabiler de peşinden yürüdüler. Sonunda kuyunun kenarına gelerek durdu: "Ey kuyuya atılanlar!" diye seslendi. Sonra onların isimlerini babalarının isimleriyle birlikte birer birer saydıktan sonra:
"Sizler peygamberinize karşı ne kötü bir topluluktunuz! Sizler beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz beni yurdumdan çıkardınız, başkaları ise bana kucak açtılar. Siz benimle çarpıştınız, başkaları ise bana yardım ettiler. Şimdi Rabbinizin vaad etmiş olduğu azabı gerçekleşmiş buldunuz mu? Ben Rabbimin bana vaad etmiş olduğu zaferi gerçekleşmiş buldum" buyurdu.
Müslümanlar bu konuşmaya şaşırdılar. Hz.Ömer (r.a), "Ya Resulallah! Şu cansız cesetlere ne diye konuşursun?" deyince Hz. Peygamber, "Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Ama onlar bana cevap vermeye güç yetiremiyorlar!" buyurdu hem onlar hem de Ebu Cehil için..

Ne hazin bir hayat hikayesi.. kendisine nasip olmayan iman, oğlu İkrime'ye nasip oldu. Ve nice hizmetlerde bulundu İslam için..

Ama Ebu Cehil için artık ebedi bir azaptan başka bir şey yoktu.. Ne çocukları, ne serveti, ne asaleti, hiç bir şeyi fayda vermedi..
Değer miydi..?

Ayşegül Eskikurt 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

En Güzel Mevsim

Mükâfat Beklentisi

Bir Veda.. Bir Muhasebe..